Kanserle bağışıklık sistemi arasındaki ilişkinin önemi fark edildiği günlerden bu yana bağışıklık sistemi hücrelerini ya da ürünlerini kullanarak kanser tedavisi çalışmaları hem laboratuvar deneyleri hem de gönüllü hasta uygulamaları biçiminde sürdürülmektedir. Monoklonal antikorlarla tedavi, dendritik hücre tedavisi, LAK tedavisi (lenfokinle aktive edilmiş katil lenfosit), TIL tedavisi (Tümöre infiltre olmuş T lenfosit) gibi farklı yaklaşımlarla sürdürülen bu çalışmalar günümüzde artık hasta uygulama aşamasına gelmiş ve Faz I/II ve Faz III çalışmaları başlatılmıştır. İmmünoterapi adı altında sürdürülen bu çalışmalar kullanılan enstrüman bakımından iki ana başlık altında toplanabilir:
- Hücresel immünoterapi: Dendritik Hücre (DC) terapi, LAK terapi, TIL terapi, pasif immünoterapi
- Hücresel olmayan immünoterapi: Monoklonal antikorlarla yapılan tedavi
İmmünoterapinin dışında yine tümöre karşı biyolojik ya da immünolojik mekanizmaları harekete geçirmeyi amaçlayan ya da tümör hücresinin kontrolsuz çoğalmasına neden olan genin bloke edilmesine yönelik Gen Terapi çalışmaları da bulunmaktadır.
Monoklonal antikorlarla yapılan tedavide hedef hücreye spesifik antikorun ucuna zehir (resin) yad radyoizotop bağlayarak hedef hücreyi (malign hücre) yok etmek ya da, NK hücresine ya da sitotoksik T hücresine bağlanabilen bir başka antikoru bu monoklonal antikora bağlayarak hedef hücre (kanser hücresi) ile NK ve T hücresini yaklaştırarak hedef hücreyi yok etmek temel stratejidir. Ya da kompleman kaskadının aktivasyonu ile antikora bağlanan kompleman ile tümör hücresinin lize olması sağlanmaktadır. Bu amaçla ilgili sağlık otoritelerinden tedavide kullanılmak üzere ruhsat almış monoklonal antikorlar günümüzde bulunmaktadır.
Tümör hücresine spesifik antikorun varlığında oldukça iyi sonuç alınabilen bu tedavi yönteminin başarısı bu antikorun sadece ve sadece tümör hücresine bağlanması ile olanaklıdır. Tümör dışında başka hücrelerde de bulunan bir moleküle de bağlanabilen antikorlarla yapılan tedavide tümör hücresi dışındaki sağlıklı hücrelerin de ölümü gerçekleşmektedir. Bu durumda ortaya çıkan sağlıklı hücre ölümünün yanısıra hızlı, yoğun hücre yıkımının getirdiği yan etkiler ortaya çıkmaktadır. Yine bu hızlı hücre yıkımı sonucu olaşacak immün komplekslerin büyük ya da yoğun olması durumunda glomerülde immün kompleks depolanması ve sonuçta renal yetmezlik ortaya çıkabilmektedir. Antikorun ucuna zehir (resin) bağlanarak yapılan tedavide resin’in vücuttaki toksik etkileri sorun olmaktadır. Radyoizotop bağlı antikorlarla tedavide ise radyoizotopun vücuttan temizlenmesi sorun olmakta ve bu temizlenme sürecinde bizatihi radyoizotopun kanserojen etki gösterme riski bulunmaktadır.
Bir başka tedavi yaklaşım biçimi ise gen naklidir. Buna son zamanlardaki tipik örnek Çin’de geliştirilen p53 gen tedavisidir. Hücre intiharı geni (apoptozis) olarak da bilinen bu gen hücrelere nakledilerek tümör hücresinin apoptozise gidişi sağlanmaya çalışılmaktır. Buna benzer tümör hücresinin fonksiyonunu bozmaya yönelik gen nakli çalışmaları da sürmektedir. Bu tedavi yönteminde “terapi genini” hücre içine göndermek ama asıl önemlisi hücre içinde aktif hale gelmesini sağlamak için vektör kullanmak gerekmektedir. Bu vektörün terapi genini aktif hale getirecek bir promotor bölgeye sahip olması gerekmektedir, böyle bir vektör de virüslerden elde edilmektedir. Böyle bir uygulamada sadece ve sadece tümöre hücresinin içine girebilecek bir vektör geliştirildiğinde ancak başarılı bir yöntem olabilecektir. Yine de sadece tümör hücresinin içinegirmesi yetmemekte yanı sıra genoma yerleştiği yerdeki diğer genlerin onun aktivitesini baskılamaması gerekmektedir. Çünkü genler sağında ve solunda komşu olan genlerden etkilenmekte ve etkili proteini üretmeleri büyük ölüde bunalara bağlı kalmaktadır. Genin aktif, etkili bir biçimde çalışması için genomun içinde en doğru yere yerleştirmek gerekmektedir. Bu ise bu günkü gen teknolojisi ile olanaklı değildir. Yakın bir gelecekte de olanaklı gibi görünmemektedir. Bu tümöre özgüllük sağlanamadığı zaman sağlıklı hücrelerin içine de girecek bu terapi genine bağlanmış olan vektörün hücre genomuna entegre olması durumunda ortaya çıkabilecek risk tümörün kendisinden bile vahim görünmektedir. Tüm bu sorunları çözmeye yönelik çalışmalar da dünyada yoğun olarak sürdürülmektedir.
Ne var ki yukarıda açıklanan bu tedavi yaklaşımları semptomatiktir ve kanser hücresinin oluşumuna ve yaşamasına neden olan koşulları ortadan kaldıramamakta ya da düzeltmemektedir. Bu iki yaklaşımla da tümör yükünün azaltıldığı doğrudur ne var ki tümör yükü cerrahi olarak ya da kemotarepi ile de azaltılabilmektedir.